04 Ocak Pazartesi Paylaşımı “Dünyayı Dolaşan Barış Elçisi: Barış Manço”
Dünyayı Dolaşan Barış Elçisi: Barış Manço
90’larda çocuk olmak tabiri bugünlerde sık sık kullanılıyor. Benim de dâhil olduğum bu grubun üyeleri olarak bundan büyük gurur ve mutluluk duyuyoruz. Size o günlerden aklıma kazınan bir masal anlatmak istiyorum. Şimdi kulaklarınızı bana verin ve şarkılarıyla kendi masalını yazan muhteşem bir kahramanın hayatını dinleyin.
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, kuytu bir mahallede, ahşap bir evde bir bebek:
Gözlerim, kurşun gibi ağır ağır açıldı bu sabah.
Merhaba dünya!
Penceremdeki güvercin, tahta masam, boş şişeler,
Can dostum, çomar merhaba!
Tatlı komşu Ayşe Teyze, emekli Salih Öğretmen,
Yeni bir gün doğdu merhaba,
Dostlar merhaba!
diyerek dünyaya gözlerini açmış. İkinci dünya savaşının başladığı yıl dünyaya gelen bebeklerine Savaş ismini veren aile, iki yıl sonra doğan bebeklerine tüm dünyanın özlem duyduğu barışa ithafen Barış ismini vermiş. Türklerin yüzyıllardır devam eden, dededen toruna isim taşıma geleneğine de uyup dedesinin ismini de ekleyince Mehmet Barış Manço olarak nüfusa kaydedilmiş bebek. Ve ülkesinde nüfusa kaydolan Barış isimli ilk insan olarak ilklerle dolu dünyasına başlamış.
Her kahramanın, kahraman olmak için kendince bir yöntemi vardır ya, Barış da yöntemini müzikten yana seçmiş. O, buram buram Türklük kokan, tarih kokan, Anadolu kokan kimliğiyle; giymiş şalvarını, kaftanını, çizmelerini, takmış Osmanlı padişahlarının ihtişamını andıran yüzüklerini, uzatmış dervişler misali saçlarını başlamış kendi destanını yazmaya. Dinleyenlerine de yazmalarını salık vermeyi hiç eksik etmemiş;
Yaz dostum, güzel sevmeyene adam denir mi?
Yaz dostum, selam almayana yiğit denir mi?
Yaz dostum, altı üstü beş metrelik bez için.
Yaz dostum, boşa geçmiş ömre yaşam denir mi?
Barış o diyarlarda yaşamış eski kahramanlara da benzermiş elbet. Gezgin yönüyle modern bir Evliya Çelebiymiş aslında. Aynı zamanda topraklarının ozan geleneğini devam ettiren çağdaş bir Türk Ozanıymış. Ama tabi ki kıyafetleri, ilginç aksesuarları, uzun saçlarıyla bilinen âşıklardan epey farklıymış. Bir diğer farkı da elinde kopuz ve saz yerine gitar olmasıymış. Buna rağmen türküleri ve türkü formatındaki şarkılarıyla, yaşadığı toprakların dilini, ezgilerini çok geniş bir kitleye kısa zamanda benimsetivermiş. “Barış der ki” diye başlayan dörtlüklerinde bir Karacaoğlan, bir Dadaloğlu olurken; sevgiyi, dünyanın faniliğini, ilahi aşkı anlatırken de bir Yunus Emre, bir Mevlana oluverirmiş. Kısacası Barış, doğru zamanda doğru yerde durmayı çok iyi bilmiş ve bütün toplumun kılcal damarlarına ulaşan ana damarı yakalamış ender insanlardan biri oluvermiş zaman içinde. Onun gönlü çok genişmiş ve herkesi de davet etmiş;
Buyurun dostlar buyurun,
Halil İbrahim sofrasına.
Yaşadığı toplumun ortak seslerinden, ortak değerlerinden biri olmayı başaran Barış aslında kelimenin tam anlamıyla avangartmış. Halk türküleri ve sanat müziğini, pop müziğine dönüştürerek hem yeni bir senteze ulaşmış hem de farklı müzik türleri arasında duygu birliği hatta akrabalık bağı oluşturmuş. Aslında yaptığı bir çeşit milliyetçilikmiş, fakat anlayışını hiçbir zaman bir tarifin içine sıkıştırmak ve kendini herhangi bir ideolojik kampta konumlandırmak istememiş. Bir keresinde sevenlerinin isteği ile belediye başkanlığına aday olsa da, daha seçimler olmadan bundan vazgeçerek geri çekilmiş. O belediyenin değil, gönüllerin başkanı olmayı istemiş. Yani daha kuşatıcı bir tavrı benimsemiş. Dileğini de gerçekleştirmiş ve adını koymadan yerli olmayı ve bütün toplum kesimlerine hitap etmeyi başarmış.
Barış adına uygun olarak her zaman, barışçı, birleştirici ve yapıştırıcı olmuş hitap ettiği insanlar için. Ve bu tercihleri onu topluma mal olmuş ortak bir değer haline getirmiş. Yaşadığı yılların koşullarını düşünürsek, sıra dışılığına ve avangartlığına rağmen kitlelerce sevgiyle benimsenmiş olması, aslında Türk toplumunun açık görüşlülüğünü, değişikliğe, yeniliğe hatta aykırı olana karşı hoş görüsünü gösteriyor. Demek ki toplumun tek istediği kendi dilinde konuşulmasıymış. Ve Barış, o dili iyi konuşuyormuş.
O Anadolu’nun bağrından gürül gürül akarak, barışın, sevginin, insan kardeşliğinin evrensel denizini besleyen coşkulu bir ırmakmış. Çağdaş bir Evliye Çelebiymiş, üstelik şarkı söyleyen. Bütün dünyanın çocuklarına masallar anlatabilen, uzun saçlı, uzun bıyıklı bir Anadolu emiri… En büyük hayallerinden biri, Anadolu’nun, tasavvufun, Batı’ya iyi tanıtılmasıymış. Japonya’nın yirmi şehrinde de konser veren ilk Türk olmuş, gel burada bizimle yaşa diyecek kadar sevmişler de kalmamış. Azerilerden vatandaşlık için ricalar da gelmiş. Yoluna hanlar, hamamlar teklif edilmiş de memleket sevdasından vazgeçmemiş Barış;
Kara sevda kara sevda dedikleri daha ne olabilir ki?
Kara sevda kara sevda seni benden kim ayırabilir ki?
Çocukça bir aşk deyip de geçme sakın gülme halime
Nasıl olduğunu anlayamadım ama seviyorum seni delicesine
Barış, ikna kabiliyeti ve uzlaşmacı tavrıyla öyle geniş bir kitleye hitap ediyormuş ki, düşünceleri bir ağacın dalları gibi önce ayrı noktalara gidiyor ama tek bir gövdede birleşip sağlam bir köke bağlanıyormuş. Barış’ın yelpazesi öyle genişmiş ki…
Masal burada sona erdi. Gökten üç elma düşmedi, kimse muradına ermedi. O gün bugündür onu her andığımızda içimiz acıdı, aslında “Kara Sevda” dediğimizin Barış Abi’miz olduğunu o gidince anladık. Onun “Bir insan isminin anılmadığı gün ölür.” sözünü de nasihat ettik kendimize. Sütümüzü içmeyi, ıspanak yemeyi, arabanın arka koltuğunda oturmayı, erken uyumayı hiç ihmal etmedik. 90’larda çocuktuk, onunla büyüdük… Senden öğrendiğimiz binlerce şey gibi: Biz nasıl unuturuz seni, can bedenden çıkmayınca…
Gamze İyem
(Kısaltılmıştır.)
Kaynak: MasaDergi