MENÜ

22 Şubat Pazartesi Paylaşımı “Cumhuriyetin Sinemadaki Yüzü: Muhsin Ertuğrul”

Cumhuriyetin Sinemadaki Yüzü: Muhsin Ertuğrul

Her yeniliğe karşı, tavır almayı bir çeşit gelenek haline getiren Osmanlı’nın alışılmış içine kapanık yapısı, canlı görüntüler olarak tanımlanan sinemaya karşı fotoğrafın tanınmasındaki güçlükleri çıkarmamışsa da hemen benimsememiş, bir süre mesafeli bir yaklaşım almayı yeğlemiştir. Sinemanın icadından hemen sonra –kimi kaynaklara göre altı ay ya da bir yıl sonra- Osmanlı toplumuna girmesi dar bir alanda da olsa kısa bir süre içinde yaygınlık kazanıp benimsemesinde 20. yüzyılın başlarındaki Osmanlı toplumunun eskisine oranla Batı’ya öykünmesinin büyük katkıları olmuştur denebilir.

20.yüzyılın başlarında Osmanlı toplumundaki kimi değişimler, Batı’nın her yönüyle keşfine yönelik istekler, çoğunlukla ekonomik sorunu olmayan üst tabakanın çocuklarıyla, bu değişime ivme katıp çalıştıkları alanda Batılı gibi olmaya soyunan heveslilerin çoğalmasıyla gayrimüslimlerin tekelinden çıkarak Osmanlının da ilgi alanı olmaya başlamıştır. Bu alanın genişleyip bireysel yetenek ve arzularla öne çıkması ise ancak cumhuriyetten sonra gerçekleştirme olanağını bulabilmiştir.

Muhsin Ertuğrul’u – sinema ve tiyatro alanında- cumhuriyetin oluşturmak istediği ya da gereksinme duyduğu aydın, ilerici, yenilikçi, yaratıcı ve uygulayıcı, özgür “birey” tipinin prototipi olarak değerlendirmek mümkündür. Bu prototip üstelik cumhuriyetin ideolojisine de denk düşer. Çünkü o, Osmanlı’nın içinde yetişmiş ama Osmanlı’ya alternatif olmuş bir özelliğe sahiptir. Osmanlı’nın içinde yetişmesi onun geleneksel sanatlar içinde yoğrulup biçimlenmesinde, alternatifliği ise yenilikçi ve eskisini değiştirme isteğinde yatar. Ertuğrul, alışılmış olanın dışına çıkan, her bir yeniliğe karşı çıkan bir toplum içinde yetişmiş olmasına karşılık sanata ve kendine duyduğu aşırı güvenle cumhuriyetin gereksinmesini duyduğu bir birey boşluğunu doldurmanın üstesinden gelebilmiştir.

Cumhuriyet öncesi, hemen hemen tüm eğitimiyle bilgi-görgüsünü Batı’da arayıp bulan ama edindiği tüm birikimi kendi toplumunda uygulama alanına koyan Muhsin Bey, biraz kişiliği biraz da fiziğinin kendisine kattıklarıyla kendi toplumunda bulamadığı ilgi ve olanağı, Batı’da ya da Batı’nın kendi alanındaki sanatların öncülüğünde ve cömertliğindeki kentlerde bulur. Cesaretle pekiştirilmiş girişken bir kişiliğe sahip olması Paris’ten sonra Berlin’de birçok önemli kişiyle tanışma ve birlikte çalışma zemini hazırlar.

Bu zeminlerin en önemlisi tiyatro bilgisi ve görgüsünü geliştirmek için gittiği ve bir süre yan uğraş olarak hobi düzeyinde üzerine eğildiği sinema alanıdır. Muhsin Bey, sinemanın geleceğini sezmiş olmanın verdiği bir güvenle o dönemler sinemanın kalbi sayılan Berlin’de önce, Nabi Zeki Ekemen’le, Stambul Film G.m.b.H şirketini kurar ve bu şirket adına da yönetmen – oyuncu olarak üç film birden yönetir: Samson (1919), Das Fest der Schwarzen Tulpe – Kara Lale Bayramı (1920), Die Teufelsanbeter – Şeytana Tapanlar (1920).

O yıllarda Türkiye’de epey ilkel bir şekilde çekilen birkaç filmi saymazsak, Muhsin Bey’in çektiği bu filmlerle, dışarıda kurduğu şirketin Türk sinema tarihinde bir ilk olduğunu söyleyebiliriz.

Muhsin Bey; Cumhuriyet kadrolarına, Osmanlı’dan değil de Avrupa’dan dâhil olur. Bu yönüyle, daha sonradan, cumhuriyetin ilim-bilim kadrolarına ivme kazandırılması için Batı’ya gönderilen seçme kişilerin bir çeşit öncüsü olur.

Muhsin Bey, sinema alanında ilk olması, bir dizi olanaksızlıkları kendi kişisel çabasıyla çözmesini âdeta kaçınılmaz yapmıştır. Bir filmin yapılması için önce bir yapımevinin var olmasının kaçınılmazlığına inandığından, bu işin çözümüne girişmiş, düşmüş hanedan üyelerinden biriyle Bozkurt Film adında bir yapımevini kurdu. Ortağı ile kurduğu şirketin adlarındaki birleşiminden oluşan bu ironik sayılabilecek ticari kokteyl, ne var ki yeni icat sinemayla yeni rejimin koşullarına uygun olmadığından yalnızca kuruluş aşamasında kalıp hiçbir şey üretemedi. Ama Muhsin Bey yılmadı. Sinema alanındaki boşluğu doldurmak ve bir ilk olma isteği ağır basınca Seden Kardeşleri bu işe sokarak, varlığını bugüne dek kuşaklar boyu sürdüren ilk özel yapımevi olan Kemal Film’in kuruluşunu sağladı.

Muhsin Bey, daha ilk filminde sinemanın ticari açıdan başarılı olması gereken formülü bulmuştur. Bu değişmez formül; magazin, din ve milli duyguları okşamaktır. Magazin, değişen yaşam biçimini; milli duygular, dumanları tüten Kurtuluş Savaşı’ndan destek alan vatan-millet sevgisini; din istismarıysa bir önceki rejimin olumsuzluğu ile gelecek yeni rejimin erdemlerini ortaya koyar.

Muhsin Bey’in ikinci filmi, Kurtuluş Savaşı’nın ünlü onbaşısı Halide Edip Adıvar’ın aynı adlı eserinden sinemaya aktarılan Ateşten Gömlek olur. Bu filmin önemi, sinema dilinden değil de, Türk sinema tarihinde bir ilki gerçekleşmesinden kaynaklanır. O güne dek çevrilen tüm filmlerde (Pençe, Casus, Binnaz, Mürebbiye, Bican Efendi vs…) oynayan tüm kadın oyuncular gayrimüslüm olan vatandaşlardandır. Çünkü Müslüman Türk kadının sahnede ve perdede gözükmesi yasaktır. Muhsin Bey, bir taşla iki kuş vurmak için önce Kurtuluş Savaşı’nı konu alan bir eser seçer, ikincisinde ise bu filmindeki iki kadını Müslüman Türk kadının oynamasını ister. O dönemin Cumhuriyet aydınları bu konuya sıcak bakmalarına karşılık, radikal bir tavır almaktan çekinirler. Ya da koşullarını oluşmasını beklerler. Muhsin Bey, koşulların oluştuğuna inanır ve işi kökünden çözmek ister ve bu konuyu o yıllar devlette önemli bir görevi bulunan Adnan Adıvar’a açar. Adıvar net olarak olumlu ya da olumsuz bir şey söylemeyince de, bunu olumluya yorumlayarak iki Müslüman Türk kadının arayışına koyulur. Bir gazete ilanı sonucu onları da bulur. Bu kişiler, daha sonra Muhsin Bey’in eşi olan Neyyire Neyyir ile daha sonra tiyatronun duayenleri arasına giren Bediha Muvahhit olur. Böylece Muhsin Bey, yeni rejimin hoşgörüsünden – ya da bir tabuyu yıkmasından- yararlanarak sinemada ilk Müslüman Türk kadını oynatan ve onun yolunu açan kişi olur.

Muhsin Bey, üçüncü film olarak o dönem için bir dizi sakıncaları olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Nur Baba’sını seçer. Varlıklı ve güzel kadınları istismar eden bir Bektaşi şeyhini konu alan film, zamanlamasının henüz erken olması nedeniyle daha çevriliş aşamasında Bektaşilerin saldırısına uğrayarak yarım kalır. Ancak bu film, cumhuriyetin ilanından sonra Boğaziçi Esrarı adıyla gösterilir.

Muhsin Bey, cumhuriyetin ilanından sonra meselesi olan konulardan daha çok günün gelip geçici modaları olan operet, melodram türüne yönelir; bu arada ilk sesli ve ilk renkli filmlere de imza atar.

Cumhuriyet’in olanaksızlıklar nedeniyle sahipsiz bıraktığı kimi boş alanlarda birilerinin burayı doldurup, “ilk”lere imza atarak kahraman ya da ölümsüzleştirme istek ya da hırsları, ne var ki, yeteneklerinin önüne geçtiğinde, onları yine aynı alanda öncü oldukları halde, saf dışı bırakma gibi bir trajediyi de yaşatmıştır. Muhsin Ertuğrul’un sinema alanındaki çelişkisi de burada başlar. Sinemada hem öncü olup birçok ilke imza atmış hem de bu ilk olma hevesinden-hırsından, onların kurbanı olmuştur. Alelacele yapılan ilk sesli filmle, yine aynı kaygıları taşıyan ilk renkli Türk filmi Halıcı Kız, Muhsin Ertuğrul’u yalnızca sinema serüvenini kötü bir şekilde noktalama zorunda bırakmamış, dahası, yabancı sermayenin sinemaya kanalize edilmesini önlediği gibi, Türk sinemasındaki renkli filmlere geçişi de oldukça geciktirmiştir. Ayrıca Muhsin Ertuğrul’un yeni icat sinemayı tiyatronun argümanlarıyla değerlendirmesi de Türk sinemasının uzun bir dönem çağdaş bir düzeye erişmesinde engelleyici bir tavır olmuştur.

Nasıl ki Muhsin Ertuğrul bir önceki dönemden cumhuriyete geçen süreçte sinema alanında yeni rejimin isteklerine ve de beklentilerine yanıt verecek bir yolu izleyerek bir öncü olmuşsa Nuri Bilge Ceylan da, Türk sinemasıyla özdeşleşen Yeşilçam’ın işlevini yitirip tarihe mal olduğu bir dönemde, bağımsız sinemanın önderi olarak ortaya çıkıp Türk sinemasını uluslararası platforma taşımıştır. Ertuğrul’un yeni sanatı dışarıda öğrenip içeride uygulamasına karşılık, Nuri Bilge Ceylan, içerde öğrendiğini dışarıya sunarak başarı kazanmanın üstesinden gelmiştir. Ayrıca, Ertuğrul’un sinemaya kazandırdığı ilkler, Nuri Bilge Ceylan’ın, alışılmışın dışına çıkan, olaylardan çok durumları öne çıkaran ve genç kuşak sinemacılara örnek olan yeniliklere dönüşerek 2000’lerin Türk sinemasına büyük katkılar sağlamıştır.

Nuri Bilge Ceylan, Türk sinemasının birçok ustadan yararlanmasına karşılık, Muhsin Ertuğrul, bir bakıma ustasız usta olmuştur.

Her ikisinin de sinema alanında öncü ve başarılı olması, eski ile yeninin değişim sürecine denk gelmesi olmuştur.

Kaynak: Burçak Evren